İş yerime karşı açmış olduğum ayrımcılık davasını kazandım.

Benim için haklı olduğum bir konunun ispatı olmasından öte, bir çok kadının maruz kaldığı ve çaresiz hissettiği bir zorluk karşısında ‘hayır’ diyebilen bir ses olabilmekti bu dava.

En son çalıştığım şirkette, doğum yapmadan önce 6 yıldan fazla fon yönetimi yöneticisi olarak çalıştım. Sevmediğim bir sektördü ama hep ‘iyi’ performans gösterdim.

Bir gün hamile kaldım. Zamanı geldiğinde doğum için yasal ücretli iznime ayrıldım. Sonra da şirkette pek kimsenin kullanmadığı yasal ücretsiz iznimi kullanmak istediğimi söyledim. Daha 3-4 ay olmuş dünyaya geleli, kendisini annesinin bir parçası sanıyor. Odadan çıksam ağlıyor. Tek ihtiyacı karnının doyması, gazının çıkması ve yanında annesi. Nasıl oluyor da bebeğimizi bırakıp çalışmamız bekleniyor? Toplumda uygulanan şiddetin bir devamı değil mi bu? Şiddet illa darpla olmuyor… anneler işe döner. Bilgisayar başında göğüslerinden süt sızarken gözlerden gizli yaşlar süzülür. Evde bebek yeni bakıcısına elbet alışır. Sütler önce tuvalette, ya da şanslıysak süt odası adı altında koyu karanlık gizli bir yerde, ayıp memelerimizden gün içinde sağılır, sonra zaten kısa zamanda ya süt azalır, ya da bebeler memelere küser, bu mucizevi olay da böylece geçer gider.

Bebek doğar doğmaz, daha kordonu kesmeden annesinin göğsüne koyduğunuzda neler oluyor hiç izleme şansınız oldu mu? Hormonlar yükseliyor, anne ile bebek sonsuza dek birbirine aşık oluyor. Yeterli zaman bırakılırsa bebek minik minik ilerleyip annesinin memesini buluyor. Kordon tam annesinin memesine gidebileceği uzunlukta. Buluyor memeyi ve başlıyor emmeye…ilk aşısını annesinden alıyor, annenin salgıladığı hormonlar sayesinde plasentanın doğumu gerçekleşiyor. Doğaya meydan okumayıp, doğayla birlikte aktığımızda mucizenin bir parçası oluyoruz; kadın olmak, güzellik, doğurganlık, aşkla varolmak.

Peki bu güzellikler neden hep elimizden alınıyor? Bizden yani doğasından alınıp teknolojiye yani güce teslim ediliyor? Hem de gelişmişlik adına. Oysa böyle olunca hiç bir şey yolunda gitmiyor.

Ben şanslıydım. Ekonomik durumumu ayarlayabildim ve oğlumla iznimin sonuna kadar kaldım. Yine de çabucak geldi işe dönme zamanı. Bakıcılar ayarlandı, sütler sağıldı, raflara dizildi, kostümlerimi giyip gittim işime. Ama şirketimin benim için farklı senaryoları vardı. Benim yerime bir erkek çalışan alınmıştı bile. ”sana bir ‘golden paket’ hazırladık, istersen bu paketi alıp istifa et ya da istersen maaş ve pozisyonun aynı kalmak suretiyle ‘raporlama’ görevini alabilirsin.” dediler. Raporlama daha önce bana bağlı olarak yapılan işlerden biriydi. Yani ya 11 yıllık fon yönetimi tecrübemi bir kenara bırakıp, tecrübesiz birinin bile kolaylıkla yapabileceği bir işi kabul edecektim, ya da uygun gördükleri tazminatı alıp istifamı yazacaktım.

Açıkça istifaya zorlandım.

Kolay bir karar olmadı. Her ne kadar işe manevi bir bağlılığım olmasa da maddi özgürlüğüm demekti iş. Statü şu bu dinlemeden çalışmak zorunda kalabilirdim. Ama ben şanslı olanlardandım… eşimin, ailemin maddi ve manevi desteğini aldım. Kardeşim iş hukuku üzerinde uzman bir avukattı. Ve ben hobi olarak sürdürdüğüm yoga hocalığını, asıl mesleğim olarak deneme fırsatını yakalayacaktım. Hem de oğlumla daha fazla birlikte olma şansı! Tazminatımı alıp işten ayrıldım. Davamı açtım.

Dava dilekçemizde dayandığımız avrupa parlemetosu ve konseyi, ”kanunla veya anlaşmayla tanınan ve işveren tarafından ücreti ödenen doğum izni veya ailevi sebeplerden dolayı alınan izin dönemlerinde hakların iktisabını veya muhafazasını askıya alma”yı, ‘ayrımcılık’ olarak değerlendirmişti. Işten çıkarmalar ve ücret de dahil istihdam ve çalışma koşulları bakımından kamu veya özel sektörde cinsiyete dayalı olarak doğrudan veya dolaylı ayrımcılık yapılamayacağını belirtmiş, ”doğum iznindeki bir kadının doğum izninin bitiminden sonra işine veya eşdeğer bir pozisyona kendisi için dezavantajlı olmayan koşul ve şartlarda geri dönmeye ve çalışma koşullarında yokluğu sırasında yararlanmış olacağı her türlü iyileştirmeden yararlanmaya hakkı vardır” kuralına yer vermişti. Iş kanunun “eşit davranma ilkesi”ne göre de “işveren, biyolojik veya işin niteliğine ilişkin sebepler zorunlu kılmadıkça, bir işçiye, iş sözleşmesinin yapılmasında, şartlarının oluşturulmasında, uygulanmasında ve sona ermesinde, cinsiyet veya gebelik nedeni ile doğrudan veya dolaylı farklı işlem yapamaz” kuralı öngörülmüştü. Sapasağlam bir dava dilekçesi hazırladık.

Oğlumun doğumu ve sonrasında işten ayrılmam bana uğurlu geldi. Kendime sevdiğim ve istediğim değerler üzerine oturtabildiğim bir yol açtım. Hayatımı hor görerek yaşamaktansa ona sahip çıkabilme fırsatı yakaladım. Oğlumla sabahları kahvaltı edebildik, gündüzleri parka gidebildik, akşamları erkenden uyutabildim ve 2,5 yıl emzirdim. Yaklaşık 2 yıl süren davam sonunda sonuçlandı. Mahkeme, işverenin eşit davranma ilkesine aykırı hareket ettiğine karar verdi.

Benim durumuma maruz kalan bir çok kadın olduğunu biliyorum. Sadece benim çevremde onlarca hikaye duydum. Otoriteyle uğraşmak zor, bezdirici, korkutucu ve nafile olabiliyor. Bu karar, benzer davalara emsal teşkil edebilecek… ayrımcılığın maddi karşılığı 4 maaş tazminat ama asıl olarak kurumlara ‘erk’ini kullanmadan önce bir kez daha düşündürecek ağır bir yafta.

Toplumun değerleri ile bağdaşmayan, doğayı, kadını ve kadına ait değerleri hor gören bu düzenlemelerin artık değişmesi gerekiyor. Geleceğimize umutla bakabilmek için kadın-erkek elele verip kadının ihtiyaçlarına çözümler üretebilmeliyiz. Çünkü kendileri ile barışık bireylerin, mutlu ailelerin ve sağlıklı toplumların göbeği mutlu annelere bağlı.

Ayca Yılmaz Gülseven